Fran Lebowitz esas olarak Metropolitan Life ve Social Science isimli kitaplarıyla biliniyor. Bu iki eserde Lebwoitz’in kent hayatına dair ironik gözlemlerinden ve saptamalarından oluşan denemeler yer almakta. Kitapların henüz Türkçeye çevrilmediğini hatırlatalım. 20’li yaşların başlarında öğrenci olarak New York’a gelen Lebowitz, Andy Warhol’un dergisinde köşe yazarı olarak çalışmaya başlamış. Bu sayede adını duyurmuş ve New York’un bohem dünyasında kıdemli bir yer edinmiş. 1960’lı yılların havalı caz ve sanat ortamlarında sıkı dostluklar kurmuş. Hemen hemen her filminde bir New York hikayesi anlatan Martin Scorsese’yle de bu ortamlardan birinde tanışmış. İkili kısa sürede sıkı dost olmuş, Pretened It’a City de aslında bu dostluğun bir uzantısı.
Huysuzlukla yaşlanmanın doğrudan bir ilgisi olduğuna dair yaygın bir görüş hâkim. Modern dünyada vakit hızla akıyor, gündelik yaşam pratiği hızla değişiyor. Hal böyle olunca kamusal alana çıkınca sizin gibi görünmeyen, yaşamayan insanlarla karşılaşırsınız. Biri yanınızdan kaykayla son sürat geçebilir, cep telefonuyla mesajlaşırken sizi görmeyip, çarpabilir ya da başka tuhaflıklar yapabilirler. Kimileri “bizim zamanımızda böyle değildi” diyerek şikâyette bulunur. Kamusal alan her daim, iki farklı jenerasyonun bilek güreşine sahne olur.
Lakin söz konusu Lebowitz olunca bu önerme biraz boşa çıkıyor gibi. Neticede kendisi 20 yaşında da tuhaflıklara, kendisine anlamsız gelen olaylara, beğenilere karşı sürekli tek kaşı yukarıda gezmiş, huysuzlanmış, kızmış ve sözünü sakınmadan eleştirmiş. Bir Yazarın Portresi serisinde 70’nin baharında karşılaştığımız Lebowitz, benzer üslubunu sürdürüyor. Yazar, kentin sokaklarını arşınlamaya başladığı andan itibaren bambaşka bir dünya ve insan profiliyle karşılaşıyor. Huysuzluk, gerginlik ve ironinin dozu da tam bu anlarda artıyor. Zaten, serinin önemli bir kısmı Lebowitz’in kamusal alan karşılaşmalarındaki gözlemlerinden oluşuyor. Lebowitz gerek karakter gerekse de yazdıkları metinlerde sözünü sakınmayan birisi. Politik doğruculuk bir tarif ona göre değil. Dolayısıyla seri boyunca yazar, çoğu zaman alaycı, sarkastik ve sözünü sakınmadan kentin milenyum sonrası halini, teknolojiyle tuhaf ilişkimizi, ekonomiyi, kalabalığı kısacası metropolde yaşama deneyimini aktarıyor.
Seri boyunca, New York’un toz bulutunu andıran kalabalık sokaklarında yürürken, karşısına çıkan “tuhaf” insanlara, topluluklara alaycı gözlemlerde bulunmadan edemiyor. En basitinden, 70 yaşında otobüs durağında vaktinden fazla beklemekten hoşlanmıyor. Ona göre, bir insan 20 yaşında saatlerce otobüs bekleyebilir ama 70 yaşına gelince hayatın her bir saniyesi kıymete biniyor. Bununla beraber, kafaları sürekli önlerinde cep telefonlarıyla meşgul gençlere kızıyor –kendisinin cep telefonu, bilgisayarı ve interneti yok-, kırmızı ışıkta bile ayağını gazdan çekmeyen şoförlere hak ettikleri kelimeleri savuruyor, sırtlarında kocaman kamyon lastiği sokak aralarında koşturan sağlık takıntılılarına sert ironik oklarını gönderiyor. En nihayetinde bu denli sağlık takıntısına sahip olmanın insan doğasına aykırı olduğuna inanıyor. Özellikle çevre krizinin, su kaynaklarının hızla tükenmeye başladığı bir dünyada bu denli sağlık takıntısının bir yerde işe yaramayacağı görüşünde. Daha önce vurguladığımız gibi Lebowitz sözünü asla sakınmıyor.
New York, dünyanın en cazibeli, en kalabalık kenti olmasıyla birlikte aynı zamanda oldukça pahalı bir yer. Dolayısıyla ekonominiz güçlü değilse böylesine bir kentte ayakta durabilmek güç. Fran Lebowitz de parasız bir öğrenci olarak birçok iş yapmış. Bunlardan biri de taksi şoförlüğü. Taksicilik dünyasında biraz cinsiyetçiliğe uğramış, o da inat etmiş ve geçimini belirli bir süre şoför olarak sürdürmüş. Yazar olana kadar da şoför olarak New York sokaklarını arşınlanmış. Bir Yazarın Portresi’nin bir diğer ayağı kentin dönüşümü. Lebowitz, New York’un özellikle son 30 yılda kentin kendi mimari geleneğinden hızla uzaklaşıp imitasyon bir hal aldığından şikâyetçi. Küreselleşmeyle birlikte kentin göbeğine oturtulan dev gökdelenler birbirine benzeyen yapılar içerisinde New York’un 1960’lı yıllardaki biricikliğinden uzaklaştığı inancında. Böylesine bir dönüşüm teknolojinin getirisi olarak kitapçıların, plakçıların hatta sinema salonlarına da yansıdığını belirtiyor. Kentin, tarihi kitapçıların artık var olmadığını. Herkesin ellerindeki küçük cihazlarla kitap okuduğundan şikâyetçi; yazarın teknoloji düşmanlığına belki burada yürekten hak verilebilir. Kitapçılar en nihayetinde kültürel belleğin en önemli mekânlarından biri.
Bazı yazarlar ve kentler arasında kopmayan bir bağ var. Joyce için Dublin ne kadar önemliyse, Orhan Pamuk İstanbul’u nasıl başkahraman gibi her hikâyesinde yer veriyorsa, Fran Lebowitz için de New York ayrı bir yerde yer alıyor. Yazarlık için tüm ilhamını bu kentten almış. Bu ilişki biçimi, Lebowitz’in yaşlılığında daha da belirgin hale gelmiş.
Bu anlamda, Lebwotiz’in New York’u yağmurlu, romantik ve sonbahar yaprakları arasında dolaştığımız Woody Allen filminden farklı bir yerde duruyor. Lebowitz’in New York’u biraz da sevgi ve nefret ilişkisine benziyor. Yazar için bu kent bazen hiç ilerlemeyecekmiş gibi duran trafikte sıkışmışlık hissi veren, devasa gökdelenleriyle, kalabalığıyla, telefon bağımlılarıyla, fren nedir bilmeyen şoförleriyle, gördüğü her şeyi kaydetmeye meraklı turistleriyle Fran Lebowitz’in sinir olduğu bir yer. Diğer taraftan da hala siyah beyaz bir kartpostala benzeyen imgesiyle, caz müziğiyle, insanlarıyla oldukça cazip. Lebowitz, bu iki duygu arasına sıkışmış görünüyor. Kentin sokaklarında ciddiyet ve asabiyetle yürürken tuhaf insanlık hallerine anlam veremiyor ama sevdiği bir kitapçıya gidince de dünyanın en mutlu insanı olabiliyor. Yazar, yaşı ilerleyen herkes gibi şimdiden şikâyetçi 2020 dünyasını hiç sevmiyor (Hiçbirimiz sevmedik o ayrı) diğer taraftan kentin eski halini seviyor ama illa oraya dönelim harika zamanlardı diye de bir iddiası yok. Huysuzluk, ironi ve alaycılık sizin kişiliğinizin bir parçasıysa hiçbir zaman dilimiyle barışamazsınız zaten. Lebowitz de tam olarak böyle yapıyor, her metropol insanı gibi…