Cumhuriyet’in duayen bilim kadınlarından Muazzez İlmiye Çığ, Sümeroloji konusunda dünyaca bilinen, tanınan bir isim. 1914’te dünyaya gelen, Cumhuriyet’in ilanına, ilk gençlik yıllarından itibaren de gelişimine tanıklık eden Çığ, bu yıl 106 yaşına bastı.
O, meslek hayatına öğretmen olarak başlayıp Atatürk’ün isteğiyle Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne giren, ömrü boyunca çalışan, Sümeroloji bilimine katkılar sunan bir tarihçi. “Ayaklı tarih” tarifine uyan Sümerolog, tarihi milattan önce 4000’li yıllara uzanan Sümerler’in yanı sıra Akadlar ve Hititler’den kalan on binlerce tablet üzerinde yaptığı çalışmalarla tanıyor.
İlerleyen yaşına rağmen hala çalışma azmi süren, eser üretmeye devam eden bu bilim insanıyla Mersin’deki evinde konuştuk. Çığ’a göre zihnini çalıştırmak sağlıklı bir yaşamın ipuçlarından biri.
Babam Bilecik’in Pazarcık kazasında öğretmendi. Ben de 5-6 yaşlarındaydım; bir de kardeşim oldu o arada. Bizim asker İnönü Savaşı’nda Yunan askerini kovalıyor. Yunan askeri de bizim kasabaya doğru geliyor. O sırada babam okulun kocaman bayrağını yakalamış getirdi. Annemin “Ne yapacaksın? Seni öldürecekler” dediğini hatırlıyorum. Babam da “Bayrağı bırakamam, ezerler” dedi. Yunan askeri orada iki gün kadar kaldı. Annemle babam Yunan ordusunun muazzam bir giyim kuşamının olduğunu anlatmıştı. Kaldıkları süre içinde bütün şehrin sokakları konserve kutusuyla dolmuş. Meğer konserve yiyorlarmış. Bizim askerimiz konserveyi nereden bulacak? Bulguru bir yerde pişiriyorlar, sandıklara koyup onu yiyorlarmış zavallılar. Bizim askerin ne ayağında düzgün bir kundura ne üstünde başında kıyafet var. Nasıl kovaladı düşmanı, hâlâ düşünürüm. Henüz savaş bitmemişti; dolayısıyla biz korkup oradan Eskişehir’e geçtik. Eskişehir de İngilizlerin işgali altında; babam maaş alamıyordu. Bir yer buldu, orada oturduk biraz. Ben hastalandım. Bana süt alıyorlar ama kardeşime verememişler. Kardeşim “Keşke ben de hasta olsam da ablam gibi süt içsem” diyormuş. Düşün, o kadar yokluk var yani. Orada bir müddet kaldık. Annem çok aydın ve ileri görüşlü bir kadındı. Babamın bir takım elbisesini sökmüş, onun patronunu çıkarmış, pantolon dikmeye başlamış. Pantolon dikip satmış. Ardından tekrar düşman geliyor diye oradan trenle Ankara’ya kaçtık. Ankara’da da yer yok tabii. Babam boş bir kahvehane bulmuş; yatağı çarşafı da ayırtmış. Birkaç aile bir arada orada oturduk. Bir taraftan da millet Anadolu’ya kaçıyor. Cephaneyi de kaçırıyorlar. Sakarya Savaşı olması lazım. Benim halam Çorum’daymış, bu sefer de oraya gidelim dedik. Bir tren hazırlanmış ama üstü açık, altına cephane koymuşlar. Herkes binemiyor. Babam birisinin adını söyleyince bizi aldılar oraya. Çocukları orta yere yerleştirdiler; büyükler de kenarlara oturdu. Gece oldu, bizi Kırıkkale’de Yahşıhan diye bir yerde indirdiler. Gece vakti indik, etrafta hiçbir şey yok. Annem bir küçük yer yapmış, kardeşimle beni oraya koydu. Sabah kalktık, her yer pislik içinde. Babam Çorum’a giden bir eşek kervanı yakaladı. Çocukları küfelere koydular; büyükler de eşek üzerinde… Beş gün beş gece gittikten sonra Çorum’a vardık. Hatta, şunu hiç unutmam. Yolda bir üzüm bağına rastladık. İndik korukları yedik, çok tatlı gelmişti. Sonunda halamın evine vardık. Onların vaziyetleri iyiydi. Zaten Anadolu’nun iç tarafı ne olduğunu bilmiyordu. Ama biz gelmeden önce eniştem evin önüne bir at arabası getirmiş; evdeki eşyaları hükûmete vermek için arabaya doldurmuş. Halam “Ne yapıyorsun, evi niye boşaltıyorsun?” demiş. Eniştem “Hanım, düşman gelip bunları aldıktan sonra ne faydası var sana?” diye cevap vermiş. Halam inanamamış. Biz de öyle paçavra gibi gelince şaştı kaldı halam. “Demek ki doğruymuş” dedi. Orada babam öğretmenlik aldı hemen ve ev tuttuk. Üç sene kaldık. Biz oradayken Lozan Konferansı oldu; ardından Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Aslında bildiğimi söyleyemem çünkü ben böyle uzun yaşayacağımı tahmin etmemiştim. Bazı tahminlerim var sadece. Çok ya da az yemek yemedim; kilo olarak hep dengeli gittim. Sigara ve alkol kullanmadım. Çok nadir alkol aldım; belki sadece arkadaş toplantılarında… İçkiyle sigaranın sağlığa çok zararı olduğu söyleniyor. Onları yapmadım, belki faydası olmuştur. Bir de, stresli bir insan değilim.
Belli olmuyor. Bazen saat 9.00’da kalkıyorum bazen 10.00’da. Kalkıyorum tekrar yatıyorum; gün içinde uyukluyorum. Eskisi gibi yazamıyorum. Bilgisayarı eskisi gibi kullanamıyorum ne yazık ki. Gazete okuyorum. Bazen de biraz kitap okuyorum.
Ben halka yönelik yazdığım kitapları hep 75-80 yaşımdan sonra yazdım. Dolayısıyla hafızamı ve zihnimi çalıştırmayı seviyorum. Hâlâ kitap ve gazete okuyorum; gündemi takip ediyorum. Devamlı bir şeylerle meşguldür kafam. “Ben artık işimi bitirdim, kenara çekileyim” demedim. En çekileceğim zaman şu an olabilir; şu an bile çekilmedim. Üstelik şimdi benimle konuşmaya gelen gençler var. “Onlara ne verirsem kârdır” diyorum. Çok gelen giden oluyor. Onlarla konuştuğum için çok mutlu oluyorum. Fiziksel olarak da bastonumla ve kızımın yardımıyla biraz yürümeye çalışıyorum gün içinde.
Bence tavsiyeye ihtiyacı yok onların. İcap ederse, bir şey sorarlarsa söylüyorum ama “şunu yapın, bunu yapın” diye onları izaç etmek istemem. Rahatsız etmem yani. Herkes kendi halinde. Artık dünyada bilgiye erişmek zor değil. İnsanlar kendilerine iyi geleni öğrenip uygulayabiliyor.